1 Mayıs 2008 Perşembe

GELECEKTEN HABER VEREN KUR’AN

BİZANS'IN GALİBİYETİ

Kuran'ın gelecek hakkında verdiği haberlerden biri Rum Suresi'nin hemen başındaki ayetlerde yer alır. Bu ayetlerde Bizans İmparatorluğu'nun bir yenilgiye uğradığı, ama çok kısa bir zaman sonra tekrar galip geleceği şöyle bildirilmiştir:
Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. "Dünyanın en alçak yerinde". Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir. (Rum Suresi, 1-4)
Bu ayetler, Hıristiyan olan Bizanslıların, 613-614 yıllarında putperest bir toplum olan Persler karşısında çok ağır bir yenilgiye uğramasından yaklaşık 7 sene sonra, MS 620 civarında indirilmişti. Ayetlerde Bizans'ın çok yakında galip geleceği haber veriliyordu. Oysa o sırada Bizans o kadar büyük kayıplara uğramıştı ki, değil tekrar galip gelmesi, ayakta kalması bile imkansız görülüyordu. Persler Bizanslıları 613 yılında Antakya'da yenilgiye uğratarak; galibiyetlerini Şam, Kilikya, Tarsus, Ermenistan ve Kudüs'ü ele geçirmeleriyle sürdürmüşlerdi. Özellikle 614 yılında Kudüs'ün kaybedilmesi, Kutsal Mezar Kilisesi'nin tahrip edilmesi ve Hıristiyanlığın sembolü "Gerçek Haç"ın Persler tarafından ele geçirilmesi, Bizanslılar için ağır bir darbe olmuştu.

O dönemde yalnız Persler değil, Avarlar, Slavlar ve Lombardlar da Bizans Devleti'ne karşı büyük tehdit oluşturmaktaydı. Avarlar İstanbul önlerine kadar gelmişlerdi. Bizans Kralı Heraklius, ordunun masraflarını karşılayabilmek için kiliselerdeki altın ve gümüş süs eşyalarının eritilip paraya çevrilmesini emretmişti. Hatta bunlar da yetmeyince bronzdan heykeller bile para yapımı için eritilmeye başlanmıştı. Pek çok vali, Kral Heraklius'a isyan etmiş, İmparatorluk parçalanma noktasına gelmişti. Önceden Bizans toprağı olan Mezopotamya, Kilikya, Suriye, Filistin, Mısır ve Ermenistan, putperest Perslerin işgali altına girmişti.

Kısacası, herkes Bizans'ın yok olmasını bekliyordu. Ama tam bu dönemde, Rum Suresi'nin ilk ayetleri vahyedildi ve Bizans'ın dokuz yıl geçmeden yeniden galip geleceği haber verildi. Bu galibiyet öylesine imkansız gözüküyordu ki, Arap müşrikleri Kuran'da haber verilen bu zaferin, asla gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı.
Fakat Kuran'ın tüm haberleri gibi bu da hiç kuşkusuz gerçekti. 622 yılında Heraklius Ermenistan'ı işgal edip Persleri yenerek çeşitli zaferler kazandı.

627 yılının Aralık ayında, Bizans ve Pers İmparatorlukları arasında, Bağdat yakınında Dicle Nehri'nin 50 km doğusunda bulunan Ninova harabeleri yakınında büyük bir savaş daha oldu. Bizans ordusu, Persleri burada da yenilgiye uğrattı. Birkaç ay sonra da Persler işgal ettikleri yerleri Bizans'a geri veren bir anlaşma imzalamak zorunda kaldılar.
Rumların galibiyeti 630 yılında İmparator Heraklius'un Pers hükümdarı II. Khosrow'u yenilgiye uğratarak, Kudüs'ü geri alması ve Hıristiyanlığın sembolü "Gerçek Haç"ı Kutsal Mezar Kilisesi'ne kazandırmasıyla tamamlanmış oldu.
Böylece Allah'ın Kuran'da bildirdiği "Rum'un zaferi", ayetteki "üç ile dokuz yıl içinde" ifadesiyle dikkat çekilen zaman aralığında, mucizevi bir şekilde gerçekleşmiş oldu.

Bu ayetlerde yer alan bir başka mucize de, o dönemde kimsenin tespit etmesinin mümkün olmadığı coğrafi bir gerçeğin haber verilmesidir. Rum Suresi'nin 3. ayetinde, Rumlar'ın "Dünya'nın en alçak yerinde" yenildikleri belirtilir. Arapçası "edna el-ard" olan bu ifade, bazı meallerde "yakın bir yer" olarak da tercüme edilir. Ancak bu tercüme, orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi bir yorumudur. "Edna" kelimesi Arapça'da "alçak" demek olan "deni" kelimesinden türemiştir ve "en alçak" anlamına gelir. "Ard" ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla "edna el-ard" ifadesi de "yeryüzünün en alçak yeri" manasına gelmektedir.

Bazı tefsirciler söz konusu bölgenin Araplara yakınlığını göz önünde bulundurarak kelimenin "en yakın" anlamını tercih etmektedirler. Ancak kelimenin asıl anlamı, Kuran'ın indirildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan çok önemli bir jeolojik gerçeğe işaret etmektedir. Çünkü Dünya'nın en alçak yerini araştırdığımızda, bu noktanın Bizanslıların, 613-614 yıllarında yenilgiye uğradığı yerlerden biri olan Lut Gölü (Dead Sea) havzası olduğunu buluruz.

Bu yenilginin en ağır darbesi, daha evvel de belirttiğimiz gibi, Lut Gölü yakınlarındaki Kudüs'teki yenilgi ile birlikte Hıristiyanlığın sembolü "Gerçek Haç"ın kaybedilmesidir.
Bizans İmparatorluğu ile Persler arasındaki savaşın gerçekleştiği söz konusu yer, Suriye, Filistin ve şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Lut Gölü çevresi ise deniz seviyesinden 399 metre aşağıdaki, yeryüzünün "en alçak" bölgesidir




MEKKE'NİN FETHİ

Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı. (Fetih Suresi, 27)

Hudeybiye mütarekesinin yapıldığı yıl Müslümanların Mekke'ye gjrmesi engellenmişti. Kureyşliler antlaşma maddelerinden birini, "Müslümanlar şayet ertesi yıl hacc için Mekke'ye geleceklerse, kınında olan kılıç dışında hiç bir silah taşımayacaklardır" şeklinde belirlemişlerdi (İbn Sa'd, Tabakat, 2/101). Müşriklerin ahdi bozduklarına, mü'minlerle akrabalık bağlarını kesip attıklarına, Allah Teala'nın nazarındaki her türlü Mukaddesatı çiğnediklerine şahit olmuş bulunan Müslümanlar, müşriklerin vermiş olduğu bu söze güvensinler miydi? Şu anda kurbanlıklarıyla hacc için gelmişken onların bu ibadetini engelleyen zaten onlar değil miydi? Şimdi bunu yapanlar yarın kimbilir neler yaparlardı? Diyelim ki Müslümanların ertesi yıl hacc etmesine imkân tanıyarak verdikleri sözü tuttular. Peki silahsız ve kuvvetsiz olarak Mekke'ye giren müminler, onların yanlarında canlarından nasıl emin olabileceklerdi? Bu, onların yavaş yavaş tuzağa çekme plânı olamaz mıydı? Nitekim kındaki kılıç dışında hiçbir silâh taşımamayı şart koşmaları da bunun delili sayılamaz mıydı? Kılıç sadece, müşriklerin elleri ve mızraklarıyla savaşmalarına karşı bir güvenlik tedbiri olabilirdi, ama meselâ ok yağmuruna tutulmaları hâlinde ne yapabilirlerdi? İşte böyle müthiş bir vaziyette oldukları bir sırada şu üç şeyi; yani Mekke'ye girmeyi, güvenliği ve bir de hacc ibadetini ifa etmeyi teminat altına alan âyet geldi: "Biz sana apaçık bir zaferin önünü açtık. Allah, Rasulünün rüyasını elbette doğru çıkaracaktır. İnşaallah siz, kiminiz başını traş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, Mescid–i Haram'a korkmaksızın tam bir güvenlik içerisinde gireceksiniz. Allah, sizin bilemediğiniz şeyleri bildiğinden ondan önce yakın bir zafer nasip etti (48, Fetih, 127). Bilindiği gibi ertesi yıl, Müslümanlar kaza umresini güvenlik içerisinde yaptılar. Mekke'de üç gün kalarak bütün menasiki ile hacc ziyaret1erini ifa ettiler. (Draz, En Mühim Mesaj, 62. Bu husustaki hadîsler için bkz. Buhari, Megazi, 35; Ebu Davud, Menasik, 79)

Mekke'nin fethinin müjdelendiği diğer ayetlerden bazıları ise şöyledir:
Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir. (Fetih Suresi, 24)
Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin. Ve Allah, sana 'üstün ve onurlu' bir zaferle yardım etsin. (Fetih Suresi, 1-3)
İsra Suresi'nin 76. ayetinde ise, inkarcıların da Mekke'de kalamayacakları şöyle bildirilmiştir:
Neredeyse seni (bu) yerden (yurdundan) çıkarmak için tedirgin edeceklerdi; bu durumda kendileri de senden sonra az bir süreden başka kalamazlar. (İsra Suresi, 76)



SODOM VE GOMORRA ŞEHİRLERİ

Lut Peygamber, İbrahim Peygamberle aynı dönemde yaşadı. Hz. Lut, Hz. İbrahim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kuran'da belirtildiğine göre o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lut, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlahi tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, Hz. Lut'un peygamberliğini inkar ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felaketle helak edildi.
Hani Lut da kavmine şöyle demişti: "Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? "Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz."... Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık. Suçlu-günahkarların uğradıkları sona bir bak işte. (Araf Suresi, 80-84)
Şüphesiz Biz, fasıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab indireceğiz." Andolsun, Biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir ayet bırakmışızdır. (Ankebut Suresi, 34-35)
Hz. Lut'un içinde yaşadığı ve sonra helaka uğrayan bu şehrin Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz'in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin, Kuran'da yazılanlara uygun bir şekilde helak edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre, şehir, bugünkü İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır. Bilim adamlarının bulgularına göre bu alan oldukça fazla miktarda kükürtle kaplıdır. Bu sebeple, tüm bölgede hayvan veya bitki olarak hiçbir hayat formuna rastlanamamaktadır ve bu bölge yıkımın bir sembolü durumundadır.
Bilindiği gibi kükürt volkanik patlamalarla ortaya çıkan bir elementtir. Nitekim Kuran'da bildirilen helak şekli deprem ve volkanik patlamalar olduğuna dair apaçık deliller taşımaktadır. Alman arkeolog Werner Keller bu bölge hakkında şöyle demektedir:
Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vadisi ile birlikte Lut kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi... Bu deprem sırasında, yerkabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır.233
İşte bu lav ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Zaten Lut Gölü ya da öteki adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır:
Ölü Deniz'in tabanı Rift Vadisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vadi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vadisi'nin ortasına kadar 300 km'lik bir uzantıda yer alır.234

Lut kavminin uğradığı felaketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılmaktadır. Buna göre, Lut kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lut Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.
Şeria Nehri ile Lut Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibarettir. Bu çatlak Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lut Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap Çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıldeniz'i geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Celile Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.
Tüm bu kalıntılar ve coğrafi özellikler, Lut Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir.
National Geographic dergisinin Aralık 1957 sayısında bu konuyla ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır:
Sodom Tepesi, Ölü Deniz'e doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorrah'ı bulamadı, fakat bilim adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vadisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar.235
Yıkıma uğramış bu şehirle ilgili işaret edilen bilgilerden biri de, Hicr Suresi'nin 76. ayetinde bildirildiği gibi bu şehirlerin halen anayol üzerinde bulunmasıdır. Coğrafyacılar bu bölgenin Arap Yarımadası'ndan Suriye ve Mısır'a kadar uzanan, Ölü Deniz'in güneydoğusundaki bir anayol üzerinde bulunduğunu tespit etmişlerdir.
Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten ayetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hala) durmaktadır. Elbette, bunda iman edenler için gerçekten ayetler vardır. (Hicr Suresi, 74-77)


Piramitler Bölgesindeki Kazıların ve Tarihi Çalışmaların Ortaya Çıkardığı Kuran Mucizeleri

Kuran’da, Eski Mısır döneminde geçen kıssaları anlatan ayetlerden bir bölümünün mucizelere işaret ettiği, ancak yakın zamanda yapılan arkeolojik yapılar ve Eski Mısır dilinin çözülmesinden sonra anlaşılabilmiştir. Bu mucizeler, Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunu bizlere bir defa daha göstermektedir.Kuran’da, Eski Mısır döneminde geçen kıssaları anlatan ayetlerden bir bölümünün mucizelere işaret ettiği, ancak yakın zamanda yapılan arkeolojik yapılar ve Eski Mısır dilinin çözülmesinden sonra anlaşılabilmiştir. Bu mucizeler, Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunu bizlere bir defa daha göstermektedir. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar boyunca varlığını sürdürmüştü. Fakat MS 2. ve MS 3. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması ve bunun oluşturduğu kültürel etkiyle daha az kullanılır oldu ve zamanla da unutuldu. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son yazıt, MS 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı. 18. yüzyıla gelene kadar da bu dilde yazılmış kitabeler ve yazılar okunamıyordu. Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine dek… Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone adı verilen, MÖ 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metnin de yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü, Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamlandı. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış oldu. Bu sayede Eski Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları hakkında birçok şey öğrenildi ve Kuran’ın birçok yeni mucizesi ortaya çıktı. Kuran’da Firavun Kelimesi Eski Ahit'te Hz. İbrahim ile Hz. Yusuf zamanındaki Mısır hükümdarından Firavun diye bahsedilir. Kuran'da ise Hz. Yusuf dönemindeki Mısır yöneticisinden söz edilirken "hükümdar, kral, sultan" anlamlarına gelen Arapça "El melik" kelimesi kullanılır:“Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin.”"(Yusuf Suresi, 50). Ancak Hz. Musa dönemindeki Mısır yöneticisinden ise "Firavun" kelimesi ile bahsedilir. Kuran'da yapılan bu ayrım, Eski ve Yeni Ahit'te ya da Musevi tarihçilerin ifadelerinde yer almaz; sadece Firavun ifadesi kullanılır. Nitekim Mısır tarihinde "Firavun" teriminin kullanımı sadece geç döneme aitti ve Firavun hitabı ilk olarak MÖ 14. yüzyılda Amenhotep IV döneminden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Hz. Yusuf’un ise bu tarihten en az 200 yıl önce yaşadığı tahmin edilmektedir. (http://www.islamic-awareness.org/Quran/Contrad/External/josephdetail.html http://www.islaam.com /Article.asp?id=40.) Encylopedia Britannica'da ise, Firavun kelimesi için yeni krallıktan itibaren (18. Hanedandan başlar; (MÖ 1539-1292) 22. hanedana dek (MÖ 945-730) kullanılan bir ünvan olduğu, daha sonraları bu hitabın kralın ünvanına dönüştüğü, daha önceleri ise bu ünvanın hiç kullanılmadığı ifade edilir. Bu konudaki başka bir bilgi ise Academic American Encyclopedia'da verilir. Bu kaynakta Firavun lakabının, Yeni Krallık'tan itibaren kullanılmaya başlandığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Firavun kelimesinin kullanımı belli bir tarihten itibaren söz konusu olmuştur. Dolayısıyla Kuran'da bu ayrımın tam olarak yapılması -Hz. Yusuf zamanındaki hükümdardan hep "Kral" olarak söz edilirken, Hz. Musa zamanındaki hükümdardan her seferinde "Firavun" olarak bahsedilmesi Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ortaya koyan bir başka delildir. Firavun ve Yakın Çevresine Gelen Belalar Firavun ve yakın çevresi, putperest inanışlarına öylesine bağlılardı ki, Hz. Musa'nın mucizelerle gelmesi bile onları bu batıl inançlarından döndürmemişti. Üstelik bunu açıkça ifade ediyorlardı: “Onlar: "Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz." dediler. (Araf Suresi, 132) Bu tutumlarının karşılığında Allah, onlara dünyada da bir azap tattırmak için "ayrı ayrı mucizeler" (Araf Suresi, 133) olarak felaketler yolladı. Bunlardan ilki kuraklık ve dolayısıyla elde edilen ürünlerin azalmasıydı. Konuyla ilgili Kuran ayeti şöyledir: “Andolsun, Biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.“(Araf Suresi, 130) Mısırlılar tarım sistemlerini Nil Nehri'ne dayandırmışlardı ve bu sayede doğal şartların değişimi onları etkilemiyordu. Ancak Firavun ve yakın çevresinin Allah'a karşı büyüklenmeleri ve Allah'ın peygamberini tanımamaları sebebiyle kendilerine beklenmedik bir felaket gelmişti. Fakat ayette de belirtildiği gibi "öğüt alıp düşünmeleri" gerekirken, bu onların inkarını daha da artırdı. Ardından Allah, bir seri felaket gönderdi. Bu felaketler Kuran'da şöyle bildirilmiştir: “Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular.“ (Araf Suresi, 133) Kuran'da Mısır halkının başına gelen bu belalarla ilgili bildirilenlerin doğruluğu, 19. yüzyılın başında, Orta Krallık devrinden kalma bir papirüsün Mısır'da bulunmasıyla bir kez daha açığa çıkmış oldu. Bu papirüs bulunduktan sonra, 1909 yılında Leiden Hollanda Müzesi'ne götürülüp A. H.Gardiner tarafından tercüme edildi. Papirüs'te Mısır'daki kıtlık, kuraklık gibi felaketler ve Mısır'dan kölelerin kaçışı anlatılmaktaydı. Ayrıca söz konusu papirüsün yazarı İpuwer'in de bu olayların tanığı olduğu anlaşılmaktaydı. Mısır halkının başına gelen felaketler zinciri de, Kuran'da bildirilen kıtlık, kanın musallat kılınması gibi belalarla son derece mutabıktı. Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu felaketlerden, Ipuwer papirüslerinde şöyle bahsedilmektedir: Felaketler tüm memleketi sarmıştı. Her yerde kan vardı. (http://www.mystae.com/restricted/streams/thera/plagues.html; Admonitions of Ipuwer 2:5-6.) Nehir kan oldu. (http://www.mystae.com/restricted/streams/thera/plagues.html; Admonitions of Ipuwer 2:10.) Böyle, dün gördüğüm herşey helak oldu. Biçilmiş gibi her toprak çırılçıplak... (http://www.students.itu.edu.tr/~kusak/ipuwer.htm ; Admonitions of Ipuwer 5:12.) Mısır'ın aşağısı mahvoldu... Tüm saray ıssız kaldı. Sahip olunan herşey: buğday ve arpa, kazlar ve balıklar... (http://www.students.itu.edu.tr/~kusak/ipuwer.htm ; Admonitions of Ipuwer 10:3-6.) Topraklar- tüm kargaşaya ve gürültüye rağmen… Dokuz gün boyunca saraydan hiçbir çıkış yoktu ve kimse o şahsın yüzünü göremedi... Şehirler kuvvetli akıntılar tarafından yerle bir oldu... Yukarı Mısır harap olmuştu… her yerde kan vardı… ülkede salgın hastalıklar baş gösterdi… Bugün gerçekten kimse kuzeye Byblos'a gidemiyor. Mumyalarımız için ne yapacağız?... Altın azalıyor… (http://www.mystae.com/restricted/streams/thera/plagues.html; Admonitions of Ipuwer.) İnsanlar sudan korkar oldu. Su içtikten sonra bile susadılar. (http://www.students.itu.edu.tr/~kusak/ipuwer.htm ; Admonitions of Ipuwer 2:10.) Şehirler yıkıldı. Yukarı Mısır kurudu. (http://www.geocities.com/regkeith/linkipuwer.htm ; Admonitions of Ipuwer 2:11.) 20. yüzyılda içeriğinden haberdar olduğumuz bu papirüste, Firavun ve kavmine isabet eden felaketlerden, Kuran'la büyük bir paralellik içinde bahsediliyor olması, Kuran'ın Rabbimiz'in sözü olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Papirüslerde Haman İsmi ve Görevi Kuran'da Firavun'la birlikte adı geçen kişilerden birisi "Haman"dır. Haman, Kuran'ın 6 ayetinde, Firavun'un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir. Hiyeroglifin çözümüyle çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: "Haman" ismi Mısır yazıtlarında geçiyordu. (Harun Yahya, Hazreti Musa) Buna karşılık Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde, Haman'ın adı hiç geçmez. Fakat Haman ismi Eski Ahit'in sonraki bölümlerinde, Hz. Musa'dan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak geçmektedir. Günümüzden yaklaşık 200 yıl önce çözülen, eski Mısır yazıtlarında "Haman" isminin bulunmasıyla Kuran’ın bir başka mucizesi daha ortaya çıktı. Viyana'daki Hof Müzesi'nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman'ın Firavun'a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichs’ sche Buchhandlung.) Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan "Yeni Krallıktaki Kişiler" sözlüğünde ise, Haman'dan "Taş ocaklarında çalışanların başı" olarak bahsediliyordu. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I,1935, Band II, 1952.) Ortaya çıkan sonuç önemli bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, aynen Kuran'da bildirildiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır'da yaşayan bir kişiydi. Kuran'da bahsedildiği gibi, Firavun'a çok yakındı ve inşaat işleriyle ilgileniyordu. Kuran'da, Firavun'un kule yapma işini Haman'dan istemesini haber veren ayet, bu arkeolojik bulguyla tam bir uyum içindedir: “Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın İlahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (Kasas Suresi, 38) Kuran'da geçmişle ilgili bildirilen olayların, günümüzde tarihi kanıtlarla aydınlanması kuşkusuz ki Kuran'ın önemli bir mucizesidir. Eski Yazıtlarda Denizin Yarılması Eski Mısırlılar -başta Firavun ve çevresi olmak üzere- Hz. Musa'nın hak dine davetine rağmen putperest inançlarından vazgeçmiyorlar, üstelik Hz. Musa’ya eziyet vermeye çalışıyor, Hz. Musa ile birlikte iman edenlere zulmediyorlardı. Fakat Allah Hz. Musa'yı ve onunla birlikte iman edenleri kurtararak, Firavun ve kavmini helaka uğrattı. Kuran'da Allah'ın bu yardımından şöyle bahsedilir: “Bunun üzerine Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekileri suda boğduk. Şüphesiz, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.” (Şuara Suresi, 63-68) Bu konuyla ilgili olarak yakın geçmişte bulunmuş, Firavun zamanından kalma papirüslerde ise şöyle bir izaha rastlanmaktadır: “Sarayın beyaz odasının muhafızı kitaplarının reisi Amenamoni'den katip Penterhor'a : Bu mektup elinize ulaştığı vakitte ve noktası noktasına okunduğu zaman, kalbini müteessir edecek bir halde olan müellim felaketi, girdaba gark olma felaketlerini öğrenerek kalbini kasırga önündeki yaprak gibi en şiddetli ızdıraba teslim et... ... Musibet şiddetli zaruret birdenbire onu zabtetti. Sular içinde uyku, anlıyı acınacak bir şey yaptı... Reislerin ölümünü, kavimlerin efendisinin şarkıların ve garpların kralının mahvolmasını tasvir et. Sana gönderdiğim haber hangi habere kıyas edilebilir...” (British Museum, 6 no’lu Mısır papirüsü.) “Biz, onlardan önce nice insan-nesillerini yıkıma uğrattık; (şimdi ise) onlardan hiç birini hissediyor veya onların fısıltılarını duyuyor musun?” (Meryem Suresi, 95) Yaşarken kendilerini sözde tanrı ilan eden firavunlar öldüklerinde herkes gibi çürüyüp gittiler...


NUH TUFANI'NIN ARKEOLOJİK DELİLLERİ


MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tufan, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş; bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasına vesile olmuştur. Kuran'ın oldukça büyük bir bölümünü oluşturan geçmiş kavimlerin haberleri kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Bu kavimlerin çoğu, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış, hatta onlara düşmanlık göstermişlerdir. Yaptıkları taşkınlıklardan dolayı da Allah'ın azabıyla karşılaşmışlar ve yeryüzünden silinmişlerdir. Kuran ayetlerinde, bu helak olaylarının sonraki insanlara da birer ibret olması gerektiği bildirilir. MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tufan, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş; bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasına vesile olmuştur. Böylece Tufan'ın açık delilleri, insanların ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur. Mezopotamya ovasını etkisi altına alan Tufan'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehiri içine alan büyük bir sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır. ARKEOLOJİK ÇALIŞMALARDA NUH TUFANI Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir. UR: Bu bölgede kazı yapan ilk kişi, British Museum'dan Leonard Woolley'dir. Sir Woolley'in 1922'den 1934 yılına kadar süren kazı çalışmaları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşmiştir. Reader's Digest dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılmıştır: Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı. Bu, Ur şehrinin krallar mezarlığıydı... Woolley kazıya devam ederek çamurun içinden çanak çömlek çıkarmaya başladı. "Ve sonra birdenbire herşey durdu." Woolley böyle yazıyordu. "Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur." Woolley kazıya tekrar devam etti. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu ortaya koyuyordu. Bu veriler, Tufan'ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. KİŞ: Tufan'ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir "Büyük Tufan'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelelendirilmektedir. ŞURUPPAK: Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tufan'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu şehirde de MÖ 2900-3000 yılları civarında büyük bir sel felaketinin gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu bölgede kazı yapan Pennsylvania Üniversitesi'nden Schmidt'in çalışmalarını anlatan Max Mallowan şöyle diyor: Schmidt 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..." Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi. Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 2900-3000 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tufan'dan etkilenmiş şehirlerden biriydi. URUK: Tufan'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 2900-3000'li yıllarla tarihlendirilmektedir. Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Aslında felaketin gerçekleşmesine neden olan öğeler tek tek ele alındığında hepsi gayet doğal olaylardır. Tüm bu olayların aynı anda olması ve Hz. Nuh'un da kavmini böyle bir felaket için uyarması, olayın mucizevi yönünü oluşturur. Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde Tufan'ın oluştuğu alanın boyutlarının yaklaşık olarak doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tespit de, Tufan'ın tüm Mezopotamya ovasını kapladığını göstermektedir. Tufan'ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz. Öyleyse Tufan, bu dört şehri ve çevresini etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısının günümüzdekinden daha farklı olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk geliyordu. Kuran'da belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın açılmasıyla, anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu dört şehri yerle bir ederek yayılmıştı. SULAR NE KADAR YÜKSELDİ? Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa CUDİ Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekana oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca cudi kelimesinin -yüksekce yer/tepe- anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eriştiği, ancak büyük dağların seviyesine ulaşacak kadar yükselmemiş olduğu da anlaşılmaktadır. Tufan, bazı kaynaklarda anlatıldığı gibi dünyadaki tüm dağları yutmamış yani tüm yeryüzünü sular altında bırakmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamıştır. GEMİYE BÜTÜN HAYVANLAR ALINDI MI? Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: 'Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri ona yükle.' Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti. (Hud Suresi, 40) Konu hakkında yorumda bulunan birçok kaynak, Tufan'ın tüm dünyayı kapladığından yola çıkarak, Hz. Nuh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığını ve hayvan neslinin Hz. Nuh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanmaktadır. Bu inanışa göre Tufan'dan önce yeryüzündeki tüm kara hayvanları toplanmış ve Hz. Nuh'un gemisine yerleştirilmiştir. Bu iddia birçok soruyu cevapsız bırakmaktadır. Öncelikle gemiye alınan farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca insan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep, vs gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, yakalandıkları düşünülse dahi bu kadar canlının gemiye nasıl sığdığı da yine cevapsız kalmaktadır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir ifade bulunmamaktadır. Tufan belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nuh kavminin bulunduğu bölgede yaşayanlar olmalıdır. İBRET GÖZÜYLE BAKMAK Ancak sadece o bölgede yaşayan tüm hayvan türlerinin bile biraraya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nuh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen müminlerin dünyanın (Hud Suresi, 40) dört bir yanına dağıldıklarını ve çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler toplamaya koyulduklarını düşünmek de zordur. Bu nedenle toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de insanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nuh, muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Burada önemli olan nokta şudur: Allah'ın Hz. Nuh'a verdiği, hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tufan sonrasında kurulacak yeni yaşama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tufan yerel olduğu için tüm hayvanların soylarının tükenmesi sözkonusu olamaz. Nasıl olsa Tufan'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tufan'dan hemen sonra bölgede kurulacak yaşamdır ve hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar. Tarihsel ve arkeolojik bulgular Nuh Tufanı'nın Kuran'da anlatıldığı biçimde olduğunu ve inkarcı kavmin helak edildiğini ispatlamaktadır. İnsana düşen, bu olaydan ibret alarak en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa erişebileceğini bilmektir.

Hiç yorum yok: